Kafka, Can Yücel, Orhan Pamuk… Dünyanın patentini hangi yazar satın aldı

admin

“Yenidünya’nın patentini kim satın aldı?” diye sordu. Doğrusu şaşıp kaldım, ne diyeceğimi bilemedim. “Siz yaşarken kimdeydi?” diye sorarak kaçamak bir yanıt verdim. Şöyle bir düşündü. Yüzü birden buruştu, gözleri sanki buharlaştı. Gitgide ne bir renk ne de bir ışık belirtisi kaldı. İki kapkara çukur. “Belki Milena gelmiştir aklının kıyısına; şimdi içindeki boğuntudan sıyrılacak, mutluluğu içselleştirecektir” diye umarakve ona uyarak susmayı yeğledim ben de.

“Seni kaybetmekten o kadar çok korkuyorum ki Milena. Bazen düşünüyorum da eğer gerçekten insanlar mutluluktan ölebilselerdi benim çoktan ölmüş olmam gerekecekti. Ama ben aksine mutluluk sayesinde tekrar hayata döndüm…”

Ne yazık ki üstteki paragraftaki “mutluluk halleri” çabuk sönümlendi. Aniden ağzını açtı. Dünyayı yutacak kadar büyüyen ağzından tek bir sözcük çıktı: “Bendeydi!” Korkmadım desem yalan olur. Anlamakta güçlük çekiyordum. “Baba-Amerika” vs gibi yanıtlar bekliyordum. Benim afallamış halim karşısında, cümlesini tamamlama ihtiyacı duydu: “Bir zamanlar kelimelerin patenti bendeydi.”

Ağzının görüntüsünden iyiden iyiye korkmaya başlamıştım. Sanki beni de içine alıp yutacaktı. O ara ter içinde uyandım. Sağıma soluma bakındım. Kimseyi göremedim. Kara kara düşünmeye başladım. “Kafka’dan sonra dünyanın patentini hangi yazar satın almış olabilir?” diye kafa yormaktan beynim pelteleşir olmuştu. Aklım durmuş veya uçup gitmişti sanki.

Şimdilik yanıt veremiyorum. Bana bir süre daha düşünmek, yeni rüyalara dalmak için müsaade! Bu arada siz de fikrinizi beyan edebilirsiniz.

KAFKA, “BABA”SIYLA HESAPLAŞARAK YOLUNU AÇMAYA ÇALIŞTI

Hangimiz Kafka’nın yolunu izlemedik ki… Baba, her dönem ya “ulaşılmaz” bir figürdü ya da “dev” gibi bir şeydi. Kafka da “Baba tünelinden bir çıkış olmalı” diye düşündü. Tüneli öyle kararttı ki sondaki ışık gözleri kamaştırdı.Miguel de (Saavedra) Servantes, Don Quixete’ta ne diyordu? “Akışkan Korku”nun “envanteri”ni tutan ZigmuntBauman aktarıyor: “Korkunun birçok gözü vardır / Ve yeraltındaki şeyleri görebilir.” Burada benim ekleyebileceğim şudur: Korkuya teslim olduğumuz anda, ne yeraltındaki şeyleri ne de yerüstünde olup bitenleri görebiliriz. Korkunun kendisini bile hissetme becerisini yitiririz. Doz aşımı kesinlikle felç eder.

Kafka’ya dönelim. Ondaki “Baba” figürü, aynı zamanda “eril dünya kurucusu”na yönelikitirazın temel besin kaynağıdır.Şebnem Sunar’ın ifadesine başvuralım burada. “Bu kurgu, okurun gözünde Hermann Kafka’yı adım adım burjuva toplumunun ataerkil güç ilişkisini kendi varlığında içselleştiren baskın kişilikliotoriter bir baba figürüne dönüştürür.”

Burjuva dünyaya, ataerkil sistemlere karşı koyma içgüdüsüne sahip herkeste, aynı zamanda “korku” da başat figürdür. ZigmuntBauman’ın özlü ifadesiyle “akışkan korku” en sert kafaları da en yumuşak beyinleri de gün gelir etkisine alır.

Ejderha karşısında birey yalnız bir “böcek” gibidir. Onun birey olarak karşı çıkışını “güvenceli” hale getirmesi için ya yazının kurgusal bilincine ya da toplumsalın/siyasalın örgütlü bilincine sığınması gerekir. Böyle olduğunda korkuya yenik düşerken bile bir “direnme odağı” oluşturmak mümkün hale gelir. Durum Kafka’da da böyle görünüyor. Baba Hermann Kafka’ya ve onun temsil ettiği tüm değerlere iç sesi “teslim” olmayı kabullenmedi; yazının kurgusal dünyasında mücadelesini en uçlara taşımasını bildi, hatta insanı “böceğe” dönüştürmesini bile becerdi.

Dayanamadı, babasına şöyle bir diklenmede bulundu: “Çeklere söverdin, sonra Almanlara, ardından Yahudilere, üstelik yalnızca belirli açılardan değil, her bakımdan söverdin ve sonuçta geriye senden başka kimse kalmazdı. Benim gözümde, haklılıkları düşüncelerine değil, kişiliklerine dayanan tüm zorbaların sahip olduğu bir gizemlilik kazandın…”

Dikkat edelim lütfen: “tüm zorbaların sahip olduğu bir gizemlilik” tam da “modern vahşi uygarlığımız”ın arka bahçesidir. Kafka’nın gözleri öylesine derinlere delici bir şekilde nüfus edebiliyordu ki… Şato, Dava ve diğer eserleri, hatta Amerika/Yitik Adam eseri de öyle. Onun silahı, birilerine göre, “tutuk” da olsa hedefini hiç ıskalamıyordu. Kelimeleri ürkek, çekingen, hafif titrek olsa da hiç sekmeden modern-vahşi dünyanın kalbine mutlaka isabet ediyordu.

BİR ÖRNEK DAHA VERMEK GEREKİRSE…

“Birbirimizle savaştığımızı kabul ediyorum, ama iki türlü savaş vardır. Bağımsız hasımların güçlerini tarttıkları şövalyece savaş, herkes kendi başınadır, kendi yenilgisini yaşar, kendi zaferini kazanır. Ve bir de yalnızca sokmakla kalmayan, aynı zamanda hayatını sürdürmek için kan emen böceklerin savaşı. Asıl paralı askerler bunlardır ve sen busun.”

Baba’nın ve tabii burjuva dünyanın yerin altına sokuluşudur bu. Peki ama onların umurunda mıdır? Elbette hayır. Onlar, haliyle, nefretten de beslenicidirler.

Bu arada, bizimkiler de “babaları”na ithafen tarihe notlar düşmüşlerdir.

Can Yücel, “ben en çok babamı sevdim” demiştir örneğin. Yine de “babanın gölgesi”nde kalmamak için bir hayli “baba-can” eylemlerde bulunmuştur. Yazmak da bunların arasındadır, çeviri yapmak da… Bol bol cinsiyetçi küfür de (argo diyemeyeceğim)… Sınıfsal veya entelektüel bakış tek başına “eril zihniyeti” alaşağı etmeye yetmiyor demek ki… Baba’yı sevmek, “babalaşmak”la özdeşleşiyor veya Baba’nın “burjuva/kentsoylu nezaketi”ni (evet, böyle bir şey de var) aşıp “sosyalist cengaverliği”yle bezenmiş bir feodalite işbaşı yapıyor.

Örnek vermek gerekir mi? Duygu Asena bir televizyon söyleşisinde Can Yücel’e Nâzım Hikmet’le ilgili, dönemin ruhuna uygun, “kartpostal şairi” (bugün olsaydı Facebook şairi derdi bir ihtimal!) benzetmesi yaptı veya imasında bulundu, hatırladığımca. Can Yücel’in buna tepkisi, “Kart sensin, postal da sana girsin!” gibi bir şeydi. Bir burjuva yazara/entelektüele (üstelik kadın demeyeceğim), basit bir eleştirisi nedeniyle bile tahammül edemiyor ve en ağır küfürlere/hakaretlere sarılıyorsak… Sorarım şimdi, Gülşen’i tutuklayan zihniyetten ne farkı var bunun? Eleştiriye, diyaloğa açık olmayan her sistem, özü itibariyle faşizandır.

Orhan Pamuk, Nobel kentine hangi yolları kat ederek varmıştır?

Unutmayalım, Baba onda da ciddi bir figürdür. “Babasının bavulu”nu parmakları arasına, avucuna sıkıştırıp ta Nobellere kadar gitmiştir ya da Nobel törenine “Babasının bavulu”nu da yanına alarak götürmüştür.

Orada söyledikleri çok genel geçer, yüzer geçer, suya tirit diyemesem de hiçbir derinliği olmayan, piyasada yüzlerce kitap içinde bulabileceğimiz “yazarlık derslerine/yazarların iç dünyası”na dair şeyler. Misal “Gerçekliğe onu ancak değiştirerek katlanabildiğim için yazıyorum”. Ne sevimli cümle. Belli ki “gerçeklik” denilen şey çok ağır/acı, dayanılmaz bir şey ki onu katlanılabilir hale getirmek gerekiyor. O zaman yazının işi, acımasız gerçekliği yumuşatmak oluyor öyle mi? Tecavüz kaçınılmaz ise “haz almak” marifettir. Yazı, burada, yazarıyla birlikte okurunu da “acımasız gerçekliğe” yumuşatarak teslimiyeti öne alıyor.

Bir örnek daha versem mi? “Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık.” Çok fazla mı önyargılı yaklaşıyorum? Olabilir. Önyargı da “bizi biz yapan hikâyeler”den biridir.

“Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir.” Çok sorunsal bir cümle. Neresinden tutsanız “ve” bağlaçlarıyla birlikte elinizde kalır.

BİR DE “BABAM VE OĞLUM” VAR TABİİ…

Film olarak üç kuşağı yan yana getirip bol bol gözyaşı döktürür. Otoriter “Büyükbaba”tahtını küçük oğluna (çünkü Büyükoğlu hafif zihinsel engellidir) bırakmaya çok heveslidir. Ancak küçük oğlunu ikna edemez, ziraat okumaya gönderdiği oğul, gazetecilik, siyaset vs işleriyle iştigal eder. Sonu hüsrandır; karısı 12 Eylül gecesi ambulansa ulaşılamadığı için yolda, bir parkta doğurmak zorunda kalır ve ölür. Kendisiyse sonrasında hapsi boylar.

Aradan yıllar geçer. 12 Eylül mağduru Baba, çocuğuna bir “oda” (Virginia Woolf’a nazirede bulunurcasına “oda” metaforuna bir başka boyut ekler) talebinde bulunur.Aslında buradaki “teslimiyet”, sadece Baba’nın işkencede/hapiste kaptığı hastalık nedeniyle ömrünün fazla kalmamasından kaynaklanmaz. 80 öncesinin militanlarının çoğu, kısa-uzun hapisliklerinin ardından hayatlarını yeniden kurarken Kafka’nın kendine uygun bulmadığı “evlilik kurumu”na da teslim olmuşlardır. Çoluk çocuğa karışmışlardır ve…

İşte şimdi yüksek sesle gülebiliriz; trajedi bazen güldürür de çünkü. “Militan Babalar”ın çoğunluğu, belki de hemen hepsi, çocuklarını sınıfsal/siyasal her türlü angajmandan uzak tutma yoluna gitmişlerdir. “Devlet-baba” tokadı ciddi anlamda işe yaramıştır. “Militan Baba” artık çocuğuna iş bakıyor, ev bakıyor, eş bakıyor… Militan mücadelede işçiye/ameleye ihtiyaç olursa, gönülsüz de olsa, yine kendisi gidiyor. Gençliğindeki gibi “ateşli” olmasını beklemek abesle iştigal elbette.

YERİ GELİNCE ANNELERİ DE KONUŞACAĞIZ…

Baba, Devlet olunca, yasa da Anne oluyor. Baba, Anne’den icazet alarak “otoritesi”ni her yoldan/koldan tahsis ediyor –sanki! Muhafazakâr da olabiliyor, liberal de, faşist de olabiliyor, şeriatçı da; ulusalcı da olabiliyor, küreselci de… Öyle ki komünistleri bile kendine hayran bırakmanın bir yolunu buluyor. Onlar da “Otorite önden gider, mesut mutlu gelecek arkadan takip eder” diyorlar –idi. Şimdilerde ne diyorlar? Örneğin “proletarya diktatörlüğü”ne devam mı diyorlar, bilmiyorum. Doğrusu, araziyi biraz uzaktan takip ettiğimden tel örgülerin içinde neler olup bitiyor, çok kestiremiyorum.

Alaattin Topçu

Yorum yapın